Yüzüklerin Efendisi Üçlemesi Çevirmeni : Çiğdem Erkal İpek ile Röportaj

Çiğdem Erkal İpek...

Belkide Tolkien'den sonra Yüzüklerin Efendisi için Türkler olarak ona çok şey borçluyuz. Dünya'nın en çok satan kitaplarından biri olan Yüzüklerin Efendisi serisini Türkçeye çeviren, Çiğdem Erkal İpek'le kitapları çeviri macerasını, filmleri ve birazda edebiyatı konuştuk..

- Öncelikle kitabı çeviri maceranızdan biraz bahseder misiniz?

- Masalları sevdiğim için bugün "fantastik" edebiyat adını verdikleri tür her zaman ilgimi çekmiştir. Fakat nedense, her şey gibi bu devrede, bu işin de cılkı çıktığından artık bu "fantastik" edebiyata temkinli yaklaşıyorum. Kitabın ezeli "fan"lerinden değildim. Hatta ancak 13-14 yıl önce okudum. Fakat çok hoşuma gitti. O sıralarda da Metis'e Yerdeniz Dörtlemesini çevirmiştim. Bir gün Müge Gürsoy Sökmen'e, Lord of the Rings'e ne dersin diye sordum, o da, "Allah derim," dedi. Meğerse onlar da düşünüyorlarmış ama çevrilir mi çevrilmez mi diye emin değillerdi. Dili bakımından. Bunun üzerine ben Elrond'un Divanı bölümünü -aşağı yukarı 45 !sayfalık bir bölümdü- çevirdim. Çünkü o bölümde herkes var. Yolladım, yayınevindeki yayın kurulu okudu ve çevrilebileceğine karar verdi ve ben çevirmeye başladım.

- Kitap çevirmek zordur, mesela bazı kelimelerin yada deyimlerin Türkçe karşılıkları olmayabiliyor kimi zaman. Siz hem İngilizce hemde bu dünya da olmayan dilleri Türkçeye çevirdiniz. Bunun zorluklarını anlatır mısınız?

-Tolkien kitapta, bu kitabı yazmadığını Kırmızı Kitap'tan çevirdiğini yazar ve çeviriyi hangi prensiplerle yaptığını da izah eder. Yani hangi kelimeleri İngilizceye çevirmiş, hangilerini olduğu gibi bırakmış vs. Bu en büyük ipucuydu. Ben de aynı yolu izledim. Kitaptaki kelimeleri incelemeye başladım. Anglo Saksoncadan İngilizceye bir sözlük aldım. Ayrıca Tolkien'ın kitabındaki 14 ayrı lisanı inceleyen bir kitap buldum. Burada tüm kelimelerin kökleri veriliyor, hangi lisandan türetilmiş olduğu yazılıyordu. Her ırkın dili, bugünkü İngilizce'yi farklı devirlerde etkilemiş farklı dillerin köklerinden türetilmiş. Buradan yola çıkarak ben de Türkçeyle bir paralel kurdum. Yani kronolojik olarak aşağı yukarı benzer dönemlerde Türkçenin hangi dillerden ve nasıl etkilendiğini göz önüne almaya çalıştım. O yüzden Osmanlıca sözlükler, Divan-ı Lûgat-it-Türk, Tarama Sözlüğü, Türk Lehçeleri Sözlüğü sürekli başvurduğum kaynaklar oldu. Size bir kelimenin serüvenini anlatayım: Mirkwood. Bu kelime sözünü ettiğim, tüm kelimelerin köklerini veren kitapta yoktu. O kitapta İngilizceye çevrilmemiş kelimeler var çünkü. Bugün sözlüklere baktığınızda "mirk" kelimesini bulamazsınız. Fakat Anglo Saksonca sözlükte "mirk" kelimesi vardı ve korkunç, şeytani anlamında kullanılıyordu. Bugünkü "murky" (karanlık, kasvetli)kelimesi de bu kökten türüyordu. Bunun üzerine tüm sözlükleri taradım. Bu anlamı karşılayan, bugün kullandığımız bir kelimeye benzeyecek ama söylenişiyle biraz farklı olacak, anlamı zaman içinde biraz değişmiş, yumuşamış olacak ama tamamen de alakasız olmayacak bir kelime bulmam lazımdı. Divan'ı Lûgat-it-Türk'te "kuyut" kelimesini buldum. Anlamı "ürkütmek" idi. Hatta kuyuttu, kuyutur gibi de çekimleri vardı. Sonra Türk Lehçeleri sözlüğünü taradım. Tatarlar koytı kelimesini "fena, kötü" anlamında kullanıyorlarmış. Kazaklar "kuytılık" kelimesini "şeytani" anlamında kullanıyorlarmış. Biz artık kuytu kelimesindeki bu şeytani anlamı kaldırmışız ama demek ki bir zamanlar varmış. Aynı mirk ve murky arasındaki ilişki gibi. O yüzden Mirkwood'u, Kuyutorman olarak çevirdim.

- Kitapları Türkçeye çevirirken başka dillere çevrilmiş olanlarına göz attınız mı?

- Çeviriyi yaparken başka dillerdeki çevirileri hiç merak etmedim ve hiç bakmadım. Bence bu yanlış olurdu zaten.

- Hürriyet gazetesindeki bir röportajınızda elf alfabesini ve rhünleri Orhun yazıtlarındaki Göktürkçe`ye benzetmiştiniz. Bu benzerliği nasıl kurdunuz?

- Kullanılan diller açısından Yüzüklerin Efendisi bir hazinedir. İnanılmaz bir bilmece gibidir. Zor ama imkânsız değildir. Çok zevklidir. Çünkü uğraştığınızda, sonunda aradığınız şeyi buluyorsunuz. Bu çok keyif verici bir şey. Fakat tabiki çok araştırma, çok düşünme gerektiren bir süreçti. Çok şey öğrendim. Fakat aklıma takılan bir şey oldu. Tolkien'ın bu kitapta kullandığı diller ve yazılarla ilgili bir sürü araştırma okudum, elimdeki kitap da çok ayrıntılı bir incelemeydi. Elfler rünik alfabe kullanıyorlardı. Her yerde bu yazılıp çizilir ve bu alfabeden söz edilirken, sadece İskandinav ülkelerindeki rünik alfabe örnek veriliyordu. Tolkien bir dilbilimciydi. Gö!ktürk alfabesi de rünik bir alfabedir. Önemli ve büyük bir alfabedir. Onun bunu bilmemesi mümkün değil. Ve kitaptaki rünlerle neredeyse bire bir aynıdır. Yani karakterlerin yüklendikleri ses değerleri açısından değil, şekil açısından. Eğer Orhun Abidelerinin bir resmini bulursanız, şok olursunuz. Mutlaka internetten bulunur. Bir deneyin. Bu konuda bunca araştırma yapılmış, bu kadar yazılıp çizilmiş fakat Göktürk alfabesinden hiç söz edilmemiş olması dikkatimi çekti. Hala da dikkatimi çekiyor. Batının, bizi külliyen yok sayması bana komik geliyor. Yani bilimsel bir araştırma tarafsız olmalıdır, siz dilbilimsel bir kitap yazıyorsunuz, tüm kelimelerin köklerini buluyorsunuz, yazı karakterlerinin tarihte hangi yazılara benzediğini araştırıyorsunuz ve sadece İskandinavların rünik alfabesi varmış, dünyada o alfabeyi kullanmış başkaları yokmuş gibi davranıyorsunuz.... Bu bana tarafsız bir davranış gelmiyor. Ama ben Elfler Türk idi, Türkçe konuşur idi demiyorum tabii ki. Bu çok salakça olurdu. Sadece bunca "bilimsel" yazının hiçbirisinde Göktürk alfabelerinden söz etmemiş olmalarını tuhaf karşılıyorum. Yoksa Elfçe ile Türkçe arasında bir paralel kurmuyorum. Benzerlik ise benim kurduğum bir bağ değil, gözü olan herkes görür.

- Şiir çevirilerini sizin yapmamanızın sebebi nedir?

- Ben şiirin çevrilebileceğine inanmıyorum. Bence şiirler, başka dillere çevrilemez. Mealini yazabilirsiniz. Bir mısra hakkında on sayfa yazabilirsiniz ama bence çevrilemezler. Aslında kitaptaki şiirleri ben çevirdim, Bülent (Somay) üzerinde oynadı. Fakat ben böyle bir sorumluluğu üzerime almak istemedim. İnanmadığım bir şey yapmak istemem.

- Yüzüklerin Efendisi, Dünya üzerinde İncil'den sonra en çok satılan kitap konumunda, sizce insanlar bu değeri kitabın edebi değeri için mi başka dünyaya açılan kapı olduğu için mi veriyorlar?

- Kitabın İncil'den sonra en çok okunan kitap olduğuna açıkçası ben pek emin değilim. Bu ciddi bir iddia. En azından İncil 2000 yıldır okunuyor, bu kitap daha çok yeni. Ben aynı zamanda bir sahafım. Size şunu söyleyeyim, en çok basılan ve okunan kitaplar hep din kitapları olmuştur. İncil, Kur'an, Tevrat. Hani bu sav, biraz Hıristiyanlık kokuyor. Ayrıca eminim Tolkien'ın de kemiklerini sızlatıyordur. Çünkü Tolkien bu kitapta, muhteşem bir şey yapmış. Kullandığı hiçbir isim, hiçbir kutsal kitaptan değildir. Yani ne İncil'de, ne Tevrat'ta, ne Kur'an'da geçer. Sam ismini de özellikle açıklamıştır. Samuel'in kısaltması değil diye. Samuel çünkü kutsal kitaplarda geçen bir isimdir. Yanlış algılar da Samuel'in kısaltılmışı zannederler diye, Samwise'ın kısaltması olduğunu açıklar. O yüzden bu kadar kutsal kitaplara bulaşmadan bir kitap yazdıktan sonra kitabı İncil ile yarıştırmaya kalkmak, hele hele filmini Noel'de vizyona sokmak, bence kitabın ruhunun hiç anlaşılmadığının en güzel ispatıdır. Ya da ticaretin boyutlarını gözler önüne seren bir ipucu. Kitabın bu kadar sevilmesinin nedeni, gerçekleri anlatmasındandır bence. İnsanı anlatır. İnsanı ve gerçekleri illâ ki dünya zamanı ve mekânıyla sınırlı tutarak anlatmak zorunda değiliz. Hatta, belki öyle yapmaya çalışmak boşunadır. Çünkü bırakın tarihi, şu günü düşünün: yaşananları basından takip ediyorsunuz. Gerçek hangisi nasıl ayırd ediyorsunuz? Irak'ı kim niye vurdu? Bu konuda herkes gerçekçi araştırmalar yapıyor, biri diğerini çürütüyor. Gerçek nerede? Kim biliyor? Dünyada yaşananlar çok karmaşık, çözülemeyecek kadar karmaşık. Ömrünüzü harcarsınız, yine de tek bir olaydaki gerçeklere bile ulaşamazsınız. Gerçekleri anlamak için işi sadeleştirmek, yalanların olmadığı, kimsenin kimseyi kandırma kaygısının bulunmadığı, kimsenin bir çıkar sağlayamayacağı bir ortam yaratmak lazım. Daha rahat düşünmek için. Bence masalların gücü bu. Fantastik edebiyat, bilimkurgu da bence masaldır. Bu kitap da insanı ve insani gerçekleri çok güzel anlatıyor. Kafanız karışmıyor, Aragorn iyi dendiğinde biliyorsunuz ki iyidir. Bu varsayımla her şeyi tahlil ediyorsunuz ve kimse sizi kandırmıyor, kimsenin sizi kandırmaktan bir çıkarı yok çünkü. İnsan dışındaki varlıklar insanı anlatamaz deyenlere gelince. Diğer varlıkları insanın birer vasfı olarak düşünün. Bir cephesi, bir yönü. Fabllardaki gibi. Orada da hayvanlar vardır. Tilki kurnazdır vs. Fabl hayvanlar hakkında birer belgesel değildir. İnsanı anlatırlar, hayvanları değil. Onun gibi.

- Çevirmen gözüyle baktığınızda sinema filmlerini nasıl buldunuz?

- Birincisini ben çevirdim, ikincisine başladım bitirmeden elimden aldılar. Birincisi hariç filmleri hiç seyretmedim. Onu da çok kötü bir video kasetinden, televizyonda seyrettim. Seslendirildikten sonra ne oldu bilmiyorum. Seyretmeye niyetim yok. Yalnız ikinci filmin fragmanını çevirtmişlerdi. Onu televizyonda gördüm. Benim "basiret" dediğim şeyi "kehanet" diye seslendirmişler, hangi akla hizmetse. Yani orada Elfler basiret sahibi değil, kehanet sahibi olmuş oluyordu ki bence fahiş bir hata. Bu konuda daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Düşünmek dahi istemiyorum.



Çiğdem Erkal İpek`in İzmir`de bulunan Sahaf Dükkanı.

- Çeviri yapmaya nasıl başladınız? Bu işin zorlukları nelerdir?

- Çeviri yapmaya lisedeyken başladım. Edebi çeviri yapmak, yazmaktan çok farklı bir şey değil. Yani bir şair, bir romancı niye yazarsa, nasıl başlamışsa ben de öyle başladım. İçimden geldiği için. İçimden geleni durduramadığım için. Ya da belki bir bencilliktir, daha iyi anlamak için. Daha fazla zevk almak için. Fakat tabii ki çeviri yapmak sadece yazmaktan, insanın içinden geleni yazmasından daha farklı bir şey. Yazdığınız şeyin basılması açısından daha fazla şansınız oluyor. Bu bir avantaj. Ama bir yazar gibi hür değilsiniz. Bir başkasının üslubunu, sesini, ruhunu taşımak zorundasınız. O yüzden, bence insanın sevmediği bir yazıyı çevirmesi çok zor. Mesela ben Türk Tarih Kurumuna bir çeviri yapmaya başlamıştım, yirmi yıl oluyordur. Aslında çok önemli bir kitap. Levant Kumpanyası Tarihi, diye. İngilizlerle Türklerin hem ticari, hem siyasi ilişkilerini başlangıcından itibaren inceleyen bir kitap. Kitabı çevirmeye başladım. Tarih Kurumuna başvurdum, işte bir 50 sayfa kadar çevirdim yolladım, kitap incelendi, çevirim incelendi ve kabul edildi. Kitabı bitirmem istendi. Ben hala bitiremedim. Çünkü yazarının bir üslubu var, beni çıldırttı. Adam tarafsız bir tarihçi olduğunu sanıyor ama tam bir İngiliz ukalalığı, küstahlığı ve kendini beğenmişliğiyle, taraflı olarak yazmış kitabı: bana sinir geldi. Çünkü yazarken adamın ağzından yazmam lazım. Hani, "şu kendini bilmez vezir, haddini aşarak bir de İngiliz tüccarlara %3 vergi koymaya kalkmaz mı" türü yerlerde, kurdeşenler döktüğümden kitabı bitiremedim. Yarım kaldı. Belki bir gün bitiririm. Aslında yararlı bir kitap, tarihi çok fazla gerçeğe ışık tutuyordu. Neyse.

- İyi bir çevirmende ne gibi özellikler olmalı?

Bence bir çevirmen hem kendi dilini, hem de diğer dili elinden geldiğince öğrenmeye çalışmalı. Sadece okumak yeterli değil. Osmanlıca öğrendikten sonra dil konusundaki ufkum daha da açıldı. Dilin ne olduğunu biraz daha anlamaya başladım. Sözlüklere merakım fazlalaştı. Elime geçen bütün sözlükleri alırım. Sözlük bence bir çevirmenin en önemli kaynağı. Sözlük kullanmadan çeviri yapmakla övünen çevirmenleri anlamıyorum. Ben çok sözlük kullanırım. Çok çok hem de. Kelimenin anlamanı bilmeniz yetmez ki. O anda, o anlamı ifade edecek daha güzel, tam yerine oturmayı bekleyen bir kelime vardır, aklınıza gelmemiş olabilir. Bildiğim halde kelimelerin anlamlarını sözlükten bakarım. Hatta Türkçe-Türkçe sözlüklere bakarım. Daha güzel bir kelime bulabilir miyim diye. Dizinler Kavramını kullanırım. Bence bir çevirmenin her şeyden önce çok fazla sözlüğü olmalı. Bir çevirmen, dilden keyif almalı. Aslında bence herkes dilden keyif almalı. En sevdiğim şeylerden biri kelimeleri fark etmeye çalışmaktır. Yani bildiğiniz kelimeleri. Tüm felsefe, tüm tarih onlarda gizli. Çok zevkli bir şeydir, herkese tavsiye ederim. Bir örnek vereyim: Nesne. Nesne kelimesi. Nesne nedir? Sözlüklerden bakınca şöyle anlamlar buluyorsunuz: Belli bir hacmi ve ağırlığı olan her türlü cansız varlık, şey....her şey.... Bazılarında örnekler de verilmiş:

Dervişlerin yoluna sıdk ile gelen gelsin
Hak'tan özge nesneyi gönülden süren gelsin,
Yunus Emre....

Kurtulamam üç nesnenin elinden
Biri firkat, biri gurbet, biri aşk,
Gevheri (mesela burada hacmi olmayan bir varlık olmuş oluyor)

Dosttan haber sorar isen
Güzaf değildir dost işi
Belli bilin hiç nesnedir
Bu dünyada dostsuz kişi,
Güldeste...

Ama nesne kelimesinin "ne ise"den gelmiş olduğunu öğrenmek, keşfetmek, bulmak harika bir his. Ne kadar yalın, ne kadar basit ve biz ne kadar farkında değiliz kullanırken. Yani demek istediğim her kelime ile böyle oynamaktan zevk alıyorsanız, çeviri yapmak çok keyifli oluyor. Uğraşıyorsunuz ama karşılığı güzel oluyor. Güzel bir şeyler ortaya koyabiliyorsunuz. Tabii ki yanlışlar yapıyorsunuz. Yapmamak mümkün değil. Tabii ki her şeyi bilemez insan, cahillikleri de oluyor. Böyle çalışırsanız hiç hata yapmazsınız diye bir iddiam yok ama böyle çalışınca sanki insanın işleri daha rast gidiyor.

- Çeviri yaparken en çok nelere dikkat edersiniz? 1980 lere kadar olan çevirilerle günümüz çevirileri arasında fark görebiliyor musunuz?

- Çevirdiğim metne sadık kalarak, mümkün olduğu kadar az çeviri kokmasını sağlamak için çaba göstermek bence çok önemli. Ben yaptığım çeviriyi kendimce üç aşamada düşünüyorum. Birincisi ilk çeviri. Bu evrede "çeviri kokması" meselesine çok takılmıyorum. Önce öyle veya böyle Türkçeye çeviriyorum. Zaten bütün kitabı çevirince üsluba iyice alışmış oluyor insan. Sonra çevirdiğim bu metni, bir kez daha çeviriyorum. Yani ifadelerimi düzeltiyorum. Gözümden kaçan yerleri bulup törpülüyorum. Üçüncü evre ise benim dışımda. Onu redaktörüm yapıyor. Çünkü ne kadar dikkat ederse etsin, insanın gözünden kaçan yanlışlar mutlaka oluyor, onu da bir ikinci kişinin görüp bulması lazım. Çeviri ancak o zaman tamamlanıyor. Bir de kelime seçimleri çok önemli. Zaman zaman ideolojik nedenlerle insanlar bazı kelimeleri kullanıp bazılarını kullanmama eğilimi gösteriyor. Bu dili zorlayan, okuyanı ise sıkan bir şey. Bence o gün canlı olan dilde hangi kelimeler kullanılıyorsa onlarla yazılmalı. Ama ne yazık ki, bir dönem sadeleştirmek, Türkçeleştirmek amacıyla, bazı kavramların kaybolmasına neden olunmuş. Çok basit bir örnek vereyim: Sonsuz. Şimdiki nesil ebedi ve ezeli kelimelerinin karşılığı olarak sonsuz kelimesini kullanıyor. Sonsuz aslında nihayetsizin Türkçesi. Ebedi, sonrası sonsuz olan, ezeli evveli sonsuz olan. Yani ebediyen denince, bundan böyle sonsuz olan anlaşılır, ezelden beri deyince başlangıcı olmayan, evveli sonsuz olan anlaşılır. Özellikle bu tarz kavram yıpranmaları olmuşsa, hele hele bir de felsefi bir metin yazıyorsanız, Türkçeleştirilmiş bazı kelimeler ne yazık ki kavramları yüzeysel olarak taşıyorlar ve anlatılmak isteneni anlatamıyorlar. Bazen eski lisandan sözleri kullanmak şart oluyor. Sizin 80'li yıllar dediğiniz ama bence asıl 70'li yıllarda başlayan kötü çevirilerin nedenlerinin başında "para" geliyordu. Yani o dönem iyi çevirmen olmadığı için değil. İyi çeviri maliyetli olduğu için yayınevleri işin ucuzuna gitmenin iyi bir fikir olduğunu düşünmüştü herhalde. Ya da mecbur kalmışlardı, ayakta durabilmek için -kimseyi yargılamak istemem. Ama bu tam ters tepti. Sonra da düzeltildi. Bir de en önemli faktörlerden biri çevirmenin çevirdiği metni anlaması. Bazı kitapları okuyup bir şey anlamıyorsunuz ya, emin olun çevirmeni de anlamamış.

- Çeviri yaptığınız kitaplar arasında fantastik edebiyatın öne çıktığını görüyoruz, bunun özel bir sebebi var mı?

- Fantastik edebiyat adı verilen -ki bu ifadeyi ben çok sevmiyorum- edebiyat türüne, masalları çok sevdiğim için yakınım. Gerçekleri aktardığı için seviyorum.

- Bir çok kitap çevirdiniz bugüne kadar, sizinde yazı çalışmalarınız olmalı. Bunları kitap olarak ne zaman görebileceğiz?

- Belki zaman içinde benim yazdıklarımı da okursunuz, belli mi olur.

- Sorularımızı yanıtladığınız, bizi aydınlatığınız için; çok teşekkür ederiz...