Kayıp Dünya Sırları 1. Kitap 1. Bölüm
Tarih: Nisan 13, 2003 - 14:44:44
Konu: Hikayeler


1

Bilgeağaç

Elflerin gözyaşları





Sabahın ilk ışıkları Elvelon'un yemyeşil örtüsünü delerek altındaki büyüleyici güzellikleri aydınlatmaya başladığında, küçük elf çocukları neşe içerisinde Elvelon'un beyaz mermer yollarında koşuşturuyorlardı.

Mermer yollar binlerce yıl önce, aşağı ırkların elflere hizmet etmek için yaratıldığı zamanlarda cüceler tarafından yapılmıştı. Tıpkı yeşil ağaçların, rengarenk çiçeklerin içerisinde elmas gibi parlayan beyaz binalar gibi, büyük Elvelon topraklarındaki yapıların çoğu cüce ustalarının işiydi.



Artık Elvelon'da sadece elfler yaşıyordu. Elfler, çok uzun zaman önce aşağı ırklara -insanlara, cücelere ve buçukluklara- dünyanın geri kalan bölümüne yayılarak kendi yurtlarını kurmaları için özgürlüklerini vermişlerdi. Elflerin hayat felsefelerine göre herkes özgürdü. Buna öyle çok inanıyorlardı ki, tanrıların armağanlarını bile geri çevirmişlerdi.

Elfler o zamandan beri dış dünyayla ilişkilerini neredeyse tamamen kesmişti. Hiçbir elf, cennet gibi güzel Elvelon'u terk etmeyi aklından geçirmiyordu bile. Dünyadaki iyiliğin ve güzelliğin sembolleri olan elflere göre bile, Elvelon inanılmayacak kadar güzeldi.

Güneş yükselerek gri gökyüzünü yavaş yavaş maviye çevirdikçe, elf çocuklarının çoğu Elin Quale nehrinin bittiği yerde toplanmışlardı. Elin Quale elfçede göz yaşı anlamına geliyordu ve bu ismi elflerin akıttığı göz yaşlarıyla almıştı. Elfler için zaman, hüzün ve göz yaşı zamanıydı.

Ölümün kolları çok uzun süredir elflerin üzerindeydi. Elflerin özgürlüklerini verdiği insanlar dünyaya savaş ve yıkım getirmişler, iyilik için çarpan elf kalplerine kötülük sokmuşlardı. Ölümsüzlüğün sembolü Gençlik Pınarı'nın gümüş suları akmaz olmuş, ağaçlar ve bitkiler yaşlanıp ölür olmuştu. Tıpkı özlerini ağaçlardan alan elfler gibi.

Elfler ölen sevdikleri, yakınları için binlerce yıl gözyaşı dökmüş, bütün bu olaylara sebebiyet veren insanlara lanet etmişlerdi. Efsaneye göre Elin Quale nehri, elflerin hüzün ve isyan dolu göz yaşlarından oluşmuştu.

Herşeye rağmen elfler, inançlarını yitirmemişlerdi. Tabiat tanrıçası Astra'ya olan inançlarını, tıpkı ölümsüz oldukları zamanlardaki gibi her sabah erkenden uyanıp güneşin doğuşunu seyrederek gösteriyorlardı. Güneş doğarken bütün elfler Astra'ya dua ediyor, binlerce yıldır çektikleri acının son bulması için yalvarıyorlardı.

Küçüğüyle büyüğüyle yüz kadar elf çocuğu, her sabah yaptıkları gibi güneşin doğuşunu izledikten ve hep bir ağızdan dualarını ettikten sonra içleri huzurla ve umutla dolmuştu.

Çocuklar, güneşin doğuşunu kutlarcasına hep bir ağızdan şarkı söyleyen kuşlar gibi şendiler. Kimisi hoplaya zıplaya koşuyor, kimisi arkadaşıyla konuşuyor, kimisi de bağıra bağıra şarkı söylüyordu. Ama hepsinin gittiği yer aynıydı.

Bilgeağaç onları bekliyordu.

Zamanın başlangıcından beri var olan yüce ağaç, binlerce yıldır her sabah olduğu gibi küçük, sevimli elf çocuklarıyla birlikte olacağı için mutluydu. Onların meraklı sorularını cevaplamaktan, onlara hikayeler anlatıp beraber şarkı söylemekten çok keyif alıyordu.

Her sabah çocukların cıvıldayan seslerini duymak, en azından herşeyin yolunda olduğunu belirttiğinden Bilgeağaç için bir sevinç kaynağıydı. O sabah da güneş ışınlarının gökyüzüne doğru yükselen dallarındaki yapraklarını ısıttığını hissetmişti. O sabah da kuşların şarkılarıyla uyanmıştı ve elf çocuklarının cıvıltıları kulaklarına geliyordu işte.

Elin Quale nehrinin bittiği yerden yukarı doğru çıkan çocuklar, Bilgeağaç'ın ayrı bir ağaç büyüklüğündeki kollarının onları kucaklamak istercesine açıldığını gördüler. Yüce ağacın gövdesindeki ağaç kabuğundan yüz hatları yine sevecen, güler yüzlü birine aitti. Küçük bir mağara büyüklüğündeki ağzı, esnemek için kocaman açılmıştı.

"Gelin, gelin çocuklarım." dedi Bilgeağaç, çocukların bağırışları arasında gürleyen bir sesle. Çocuklar neşeyle beşer onar Bilgeağaç'a sarılıyor, yaşlı kabuklarını okşuyor, öpüyordu. Gıdıklanan Bilgeağaç kahkahalarla gülüyor, çocuklar gibi eğleniyordu.

Bilgeağaç yüce bir akla, iyilikle dolu bir kalbe sahip, insanlar gibi konuşabilen, duygulanabilen, sevinebilen, kızabilen bir ağaçtı. Bilgeağaç çocukları, çocuklar da Bilgeağaç'ı çok sevseler de, ona akıl danışmaya gelenler sadece çocuklar değildi. Elvelon kralları bile zamanın başından beri, Bilgeağaç'a danışmadan önemli kararlar vermeye cesaret edemezdi. Bilgeağaç yaşayan bütün canlılardan daha bilge, daha yüceydi. Tanrılarla konuşabilen yegane bir varlıktı. Tabiat tanrıçası Astra'nın dünya üzerindeki sesi olan Bilgeağaç, elfleri çok seven Astra'yla elfler arasında bir bağ oluşturuyordu.

Çocuklar çok sevdikleri, çok yakın arkadaş olarak gördükleri Bilgeağaç'la dakikalarca merhabalaştılar. Bilgeağaç asla unutmayan hafızasıyla ve alçakgönüllülüğüyle bütün çocuklara isimleriyle hitap ediyordu. Sonunda çocuklar yavaş yavaş annelerinin dizlerine otururmuş gibi, yüce ağacın topraktan çıkmış binlerce yıllık köklerine oturdular. Bazıları kendilerini yemyeşil çimenlere, masmavi gökyüzünün altına bıraktı.

"Astra'ya dualarımızı ettik Bilgeağaç!" diye elf dilinde ilan etti çocuklardan biri, neşeyle. Diğer çocuklar da hep bir ağızdan gürültülü bir şekilde onaylayan sesler bağırdılar. Bilgeağaç mutlulukla gülümsedi, kocaman koyu kahverengi gözleri çocuklara bakarken yüzünde şefkat ve huzur dolu bir ifade vardı.

Elfler şaka yapmayı, gülmeyi, eğlenmeyi çok seven bir ırktı. Bilgeağaç'ın önündeki çimenliğe serilmiş elf çocukları yerlerinde duramıyordu. Çocuklar arasında daha küçük olanlar oldukları yerde hoplayıp zıplıyor, Bilgeağaç'ın kökleri arasında koşuşturarak birbirlerini kovalıyorlardı.

"Eldaras benim sesimin çok cırtlak olduğunu, bu yüzden dua ederken Astra'nın benden başkasını duyamadığını söyledi!" diye bağırdı bir kız, cırtlak bir sesle. Diğer çocuklar hep bir ağızdan kahkahalar atınca, kızın sevimli yüzü kızardı.

Bilgeağaç kaşlarını çatarak, diğer arkadaşları gibi kahkahalara boğulmuş olan Eldaras'a baktı. Bir süre sonra bunu farkeden çocuk bir anda sus pus oldu. Sessizlik bir anda bütün çocukların üzerine yayıldı ve artık sabah güneşinin aydınlattığı ormanda kuşların şarkılarından başka bir şey duyulmuyordu.

Bilgeağaç'ın yüzü yumuşadı. "Sesin çok güzel Darlana," dedi gür sesiyle, "ve merak etmeyin, Astra hepinizi duyuyor."

Darlana Eldaras'a alaycı bir bakış attı ve omuzlarını silkerek uzun, altın sarısı saçlarını bir omuzundan öbür omuzuna attı. Bakışlar Eldaras'a çevirilince çocuk küçüldükçe küçüldü.

Bilgeağaç güler yüzüyle çocukları seyrederken, içi kimsenin tahmin edemeyeceği kadar mutlulukla doluydu. "Ne kadar güzel bir sabah." diye mırıldandı, yüzünde dalmış gitmiş bir ifade vardı. "Bu güzel sabah için Astra'ya teşekkür edelim."

Elf çocukları hemen ciddileştiler, oturuşlarını düzelttiler ve el ele tutuştular. Bilgeağaç'la beraber her sabah söyledikleri Astra'nın Şarkısı'nı hep bir ağızdan söylemeye başladılar.



Ağaçtır bizim özümüz, yaprakları kanımız,

Döküldükçe yapraklar damla damla kaybederiz,



Ağaçtır bizim özümüz, dalları bilgeliğimiz,

Yüce dallar gibi gökyüzüne yükselir bilgimiz,



Ağaçtır bizim özümüz, kökleri ruhumuz,

Toprağa özgürce yayılan kökler gibi özgürüz,



Ağaçtır bizim özümüz, gövdesi canımız,

Yaşlanmadıkça ağaçlar, ölümsüz olacağız,



Ve sen duyarsın sesimizi Astra,

Güneş doğarken duyarsın dualarımızı,

Kuşlar şarkı söylerken duyarsın şarkımızı,

Sana kavuşanlar için duyarsın ağıtlarımızı,



Astra ağaçtır, çiçektir, yağmurdur, kardır,

Bunların altında toplandık senin için,

Ve yemin ettik,

Sana kavuşana dek bunlarla yaşayacağız.





Şarkı bittiğinde ormanın üzerine bir sessizlik çöktü. Tıpkı başlarını öne eğmiş, inanmanın verdiği huzurla sessizliğe gömülmüş elf çocukları gibi, coşkuyla şarkı söyleyen kuşlar da artık şarkılarını kesmişlerdi. Elfler, kuşlar, bitkiler, ağaçlar hepsi Astra'ya ulaşmıştı. İçleri Astra'nın güzelliğiyle ve ormanın huzuru gibi yüce bir huzurla kaplanmıştı. Bilgeağaç da onlara katılarak, bu kutsal anı yaşamalarına izin vererek sessizliğe gömüldü.

Dakikalarca süren sessizlikten sonra uzaklardan, ormanın derinliklerinden yeniden kuşların cıvıltıları yükseldi. Kuşlar şarkılarına devam ederken, elf çocukları da kutsanmış bir şekilde mutlulukla başlarını kaldırdılar.

Bilgeağaç yumuşak bir ifadeyle çocuklara baktı, sonra bakışları ormanın derinliklerine kaydı. Her yer huzurla kaplanmıştı. "Ah, yüce Astra... Bizi kutsadığın için sana minnettarız." diye mırıldandı mutlu bir sesle.

Ardından gözlerini yeniden, sevinçle ve merakla ona bakmakta olan çocuklara çevirdi. Çocuklardan biri gözüne takıldı, arkadaşları içerisinde yüzünde huzur yerine hüzün olan tek çocuk oydu. Çocuk Bilgeağaç'ın onu farkettiğini anlayınca konuşmaya başladı.

"Ben mutlu olamıyorum Bilgeağaç," dedi üzgün bir sesle. "Neden yaşlanıyoruz?..." çocuk başını eğdi ve göz yaşlarına boğularak herkesi şaşırttı. "Neden ölüyoruz?"

Bilgeağaç'ın yüzü asıldı, derin bir iç çekerek üzgün gözlerle zavallı çocuğa baktı. "Seni anlıyorum Lorelas." dedi vakur bir edayla, "Annenin ölümü hepimizi çok üzdü."

Lorelas'ın annesi geçen günlerde yaşlılığın getirdiği nadir bir hastalıktan ölmüştü. Lorelas bu acı olayın etkisinden kurtulamıyordu, diğer çocukları neşe içerisinde gördükçe acısı kat kat daha artıyordu. Başını kaldırarak ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle diğer çocuklara baktı. "Şimdi gülün! Eğlenin! Bir gün gelecek ve siz de öleceksiniz, hepimiz öleceğiz!"

"Lorelas," diye başladı Bilgeağaç, diğer çocuklar elemle Lorelas'ın başına toplanıp ona moral vermeye çalışırken. "ölümün kolları çok uzun bir süredir elflerin de üzerinde. Tıpkı insanlar, cüceler veya buçukluklar gibi elfler de ölüyor artık. Ölüm hayatın bir parçası ve bununla yaşamayı öğrenmelisiniz."

"Ölümsüzlüğümüzü kim aldı?" diye sordu başka bir çocuk, sinirli bir edayla.

Bilgeağaç derin bir iç çekerek başladı. "Binlerce yıl önceydi," çocuklar ilgiyle yerlerine geri dönmeye başladılar. "herşey büyünün bulunmasıyla başladı."

Lorelas başı öne eğik bir şekilde hıçkırıklara boğulurken Bilgeağaç'ın gözleri ona boş boş bakıyordu.

"Atalarınız insanlara özgürlüklerini verdikleri zamanlarda, insanlar Elvelon'u terk ederek Athus kıtasına yayılmaya başladılar. Daha o zamanlardan beri insanlar ayrılmaya, bölünmeye başlamışlardı. İnsanlar iki gruba ayrıldılar, Kalindor'u izleyerek kuzeye gidenler ve Thargor'u izleyerek güneye gidenler. Kalindor'lular iyi insanlardı, ama Thargor'lu barbarlar onlardan nefret ediyordu. Thargor'lular Kalindor'u ele geçirip tüm insanlığı yönetimleri altına almak istiyorlardı. Daha o zamanlarda bile insanlar arasında savaş çıkmıştı.

"Thargor'lular Kalindor'lulardan daha güçlü olsalar da, emellerine ulaşamamışlardı. Thargor'luların savaştan kaçarak topraklarına geri dönmelerini sağlayan Kalindor ordusu değildi... Büyüydü."

"Büyü mü?"

Çocukların hep bir ağızdan söylediği, şaşırdıklarını belirten sözlerle Bilgeağaç gülümsedi. En azından çocukların aklından ölümü ve acıyı biraz olsun uzaklaştırabilmişti.

"Evet çocuklarım, büyü." dedi heyecanlı bir edayla. "Obelin adında genç bir adam, şu an Elvelon Büyücülük Kulesi'ndeki kutsal büyü kitabını bulmuştu. Önceleri bunun ne olduğunu tam anlayamamıştı. Daha sonra büyünün gücünün farkına vardı. Büyüyü, halkını barbarların eline düşmekten kurtarmak için kullandı."

Bilgeağaç çocukların gözlerinin içine baktı. Hepsi merakla dinliyordu ama pek bir şey anlamamışlardı. Akıllarındaki soruyu gayet iyi tahmin edebiliyordu, bütün bunların ölümsüzlüğü kaybetmeleriyle alakası neydi?

"Neden büyü insanlara verildi? Neden Astra büyüyü bize vermedi?" diye çıkıştı bir çocuk, yerinden fırlayarak.

Bilgeağaç bu soruyu beklemiyordu. Hayal kırıklığına uğramıştı, kızmıştı. "Bu soru, atalarınız tarafından binlerce yıl önce soruldu." diye gürledi Bilgeağaç, sert bir sesle. "Ve işte bu yüzden ölümsüzlüğü kaybettiniz. Atalarınızın ihtirası yüzünden..."

Çocuklar sus pus oldular, yüzleri kararmıştı. Bilgeağaç'ın sesi gittikçe sertleşiyordu, "Elf lordu Ghorion, Astra'ya karşı gelerek büyüyü insanlardan almak istedi. Ghorion ve ona bağlı adamları, Kalindor'a giderek kutsal büyü kitabını insanlardan zorla almaya çalıştılar. İnsanlarla ve elfler, ilk ve son kez büyü için savaştılar...

"Ghorion savaşı kazandı ve Obelin büyü kitabını Ghorion'a vermek zorunda kaldı. Ghorion, yaptığı kötülüklerle Astra'yı çok üzmüştü. Elfler büyüyü almışlardı, ama karşılığında çok ağır bir bedel ödemişlerdi. Gençlik Pınarı'nın gümüş suyu akmaz olmuştu. Elfler ölümsüzlüklerini kaybetmişlerdi, ağaçlar yaşlanmaya ve çürümeye başlamıştı.

"Ghorion ve ona bağlı olanlar, yaptıkları kötülükler yüzünden lanetlenerek kara elflere dönüştüler. Astra onları görmek istemiyordu, kara elfler güneşten kaçmak zorunda kaldılar ve yeraltına çekildiler. Kutsal büyü kitabı ve büyü, kara elflerle birlikte ortadan kayboldu."

Çocukların neşesi, yerini kedere bırakmıştı. Hepsi yeisle başlarını önlerine eğmişler, içlerini karartan duygularla başbaşa kalmışlardı. Bilgeağaç onları böyle görmeye ne kadar üzülse de, gerçekleri bilmeleri gerekiyordu.

"Gençlik Pınarı durduğundan beri elfler yaşlanıyor ve ölüyor... Ağaçlar zamanla kuruyor ve çürüyor, çiçekler zamanla soluyor ve güzelliklerini kaybediyor... Ne vahimdir ki, Gençlik Pınarı yeniden kutsal gümüş suyuyla dolup o rahatlatıcı şarkısını söyleyene dek...bu böyle devam edecek."

Dev ağacın dalları hüzünle eğildi, çocukların üzerine gölgeler düşürdü. Lorelas artık hıçkırıklarını engellemeye çalışmıyordu, gözyaşlarıyla yol yol olmuş yüzünü silmeye gerek duymuyordu. Diğer çocukların da hıçkırıklarını ve burun çekişlerini duyabiliyordu. Başını kaldırdı ve karamsar gözlerle Bilgeağaç'a baktı.

"Gençlik Pınarı'nın yeniden akması için ne yapmamız gerekiyor?" diye sordu hıçkırıklarının arasında. "Yeniden ölümsüz olmak için ne yapmamız gerekiyor?"

Bilgeağaç bakışlarını, merakla ve umutla ondan bir cevap bekleyen çocuklardan kaçırarak yere indirdi. "Bilmiyorum..."

"Yalan söylüyorsun!" diye haykırdı Lorelas. "Sen herşeyi bilirsin!" ayağa fırladı ve Bilgeağaç'ın önünde dimdik durdu. "Söyle bize!"

Bilgeağaç çocuğa acıyarak baktı, "Belki..." dedi. "Belki biri gelir...biri gelir ve ölümsüzlüğünüzü size geri kazandırır."

"Kim? Kim gelecek?" diye bağırdı Lorelas, ayakları üzerinde zorlukla durabiliyordu.

"Bunu Astra bilebilir." dedi Bilgeağaç bakışlarını gökyüzüne kaldırarak. Çocuklar da umutla gökyüzüne baktılar, bir işaret görebilme umuduyla. Ama gökyüzü her zamanki gibi bulutlar ve güneş dışında bomboştu.

"Hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmayın çocuklarım." dedi Bilgeağaç, bakışlarını çocuklar üzerinde gezdirerek. "Umutsuzluğa kapılırsanız, asla..."

Bilgeağaç rahatsızlıkla kıpırdandıp homurdandı. Çocuklar dalıp gittikleri karamsarlıktan irkilerek kurtulup, Bilgeağaç'a baktılar. Dev ağacın gövdesindeki heybetli yüz kıkırdayıp duruyordu. Görkemli ağacın yüksekteki dallarından hışırtılar duyuldu. Çocuklar bakışlarını yukarı kaldırdıklarında, dalların ve yaprakların arasında küçük, kıpır kıpır bir parıltı gördüler.

"Kes gıdıklamayı!" diye gürledi Bilgeağaç, dallarını silkeleyerek. Parıltı dengesini kaybetti ve düşmeye başladı. Çocukların kararmış yüzlerine biraz olsun renk gelmişti, gülümsüyorlardı.

Parıltı kanatlanıp oraya buraya uçuşmaya başladı. Parıltının derinden gelen ince sesiyle kıkırdadığını duyabiliyorlardı.

"İşte," dedi Bilgeağaç, rahatsız olarak. "arkadaşlarınız da geldi."

Parıltı çocukların arasına dalıp hızla bir tur attı, sonunda gelip Lorelas'ın küçük omuzuna kondu. Parıltıyla Lorelas'ın gözleri kamaştı, ama artık gözlerinden yaşlar gelmiyordu.

Ardından ormanın içinden bir kaç tane daha parıltı çıkarak Bilgeağaç'ın etrafında uçuşmaya başladı. Onları bir kaç tane daha izledi, ve bir kaç tane daha...

Çocuklardan sevinç nidaları yükseldi."Pixieler!"

Pixieler küçük elf çocuklarının en yakın arkadaşlarıydılar. En fazla otuz santim boyunda, vücut şekilleri elflere benzeyen, sivri kulaklı, kanatlı perilerdi pixieler. Ağaçlardaki oyuklara kurdukları minik evlerinde yaşarlardı. Sadece gülmek, eğlenmek için yaşarlardı. Elf çocuklarıyla oyunlar oynar, şakalaşırlardı. Elfler onları çok sevseler de, bazen çekilmez olurlardı. Şakaları bazen çıldırtacak boyutlara ulaşır, çocukların onlara küsmelerine neden olurdu. Pixieler en çok birinin başka birine küsmesine, kızmasına üzülürdü.

Lorelas'ın omuzuna konan pixie, çocuğun boynuna kadar ulaşmış gözyaşlarını minik elleriyle silmeye başladı. Kısa zamanda Bilgeağaç'ın önündeki çimenlik pixielerle dolmuştu. Bilgeağaç pixielerin sıkıcı şakalarından bıkmış olsa da, onların hiçbir şeyi dert etmeden hep mutluluk içerisinde yaşamalarına gıpta ediyordu.

Pixieler büyülü yaratıklardı, daima içlerinde olan iyiliği ve mutluluğu, hüzün denizinde çırpınan çocukların üzerine saçmışlardı. Bilgeağaç kendine bile itiraf edemese de, pixielere minnettardı.

Lorelas sonunda gülümsedi. Pixie'nin parıltılı, rengarenk kanatlarının ışığıyla aydınlanan yüzünü Bilgeağaç'a çevirdi. "Üzgünüm Bilgeağaç," dedi suçlu bir ifadeyle, "çok saygısızca konuştum... Özür dilerim."

"Özür dilemene gerek yok oğul," dedi Bilgeağaç, gülümseyerek. "siz mutlu olun yeter."

Çocuklar etraflarında uçuşan arkadaşlarıyla konuşup, oynaşırken birer birer Bilgeağaç'a veda ettiler ve arkadaşlarıyla oyunlara dalmak için uzaklaştılar. Yüce ağaç herşeyden çok sevdiği çocukların neşeyle, Elvelon'un kötülük barındırmayan, tehlikeden uzak yemyeşil ormanlarına dağılışını seyretti. Sonunda binlerce yıldır kıpırdamadan hep orada olduğu, Elin Quale nehrinin önünde uzandığı ağaçlıkta yalnız kaldı.

Aklında çaresizce çocukların gözleri önünde ağlayışını seyrettiği, elinden hiçbir şey gelmediği için kahrolduğu anları yaşıyordu. Aklında karamsarlık varken, içinde umut vardı.

Bilgeağaç Elin Quale nehrinin pırıl pırıl sularını seyrederek, sabırsızca umudu beklemeye başladı.









Bu yazının bulunduğu yer: Yuzuklerin Efendisi / Turkiye LOTR / Turkey
http://www.yuzuklerinefendisi.com

Bu yazıyı bulabileceğiniz URL adresi:
http://www.yuzuklerinefendisi.com/article.php?sid=1236